Güzîde Tarih


 Bugün sizlerle, ecdadımızın medeniyetinden güzide anektodlar vererek biraz sohbet etmek niyetine girdik. Şimdi aşağıdaki resimleri 1 dakika incelemenizi rica ediyorum. İlk fotoğrafta Avrupa’da var olan bir şehirleşme planını ve kentleşme modelini, ikinci fotoğrafta ise Türkiye’nin (hatta bir medeniyetin) başkenti olan İstanbul’dan bir örnek görmektesiniz.  Şimdi fotoğrafları incelemenizi ve üzerinde 1 dakika düşünmenizi istirham ediyorum.


(AVRUPA'DA KENTLEŞME)




(TÜRKİYE'DE KENTLEŞME)

Bu iki şehrin ve şehirleşmenin fotoğrafına baktığı zaman çoğu insan şu yorumu yapabilir:

“Yahu adamlar gerçekten bizden çağlar boyu ileride.” Veya “çok daha yol kat etmemiz gerekiyor”

Bu yorumlar ilk bakışta mukayese yöntemiyle yapılan bir değerlendirme gibi görünse de, özünde gayet sığ ve basit yorumlardır. Şimdi kendini tanıyan ve medeniyetini bilip anlayan bir insanın gözünden değerlendirmemizi yapalım. İstanbul başta olmak üzere birçok ilimizde mevcut olan bu “çarpık kentleşmenin” aslında bir temeli, kökü, nedeni ve tarihi hikâyesi vardır. Türk-İslâm medeniyetinin peyda olduğu bu topraklara yaşayan insanlar, yüzyıllar boyu dünya hayatına değer vermemiş, barınacakları evlerin birer emanet olduğu bilincinde yaşamış, geçici dünya hayatından sebep lüks evler ve şatafatlı yaşam merkezleri yapmak yerine, kendilerine her zaman asıl gidecekleri mekânı hatırlatan yapılar ortaya koymuşlardır. Bu hayat görüşü, ister istemez yüzyıllar boyunca gelen nesilleri etkilemiş ve sonucunda ortaya böyle bir tablo çıkmıştır.

Bir başka değerlendirmemiz yemek üzerinden olsun. Buyurun aşağıdaki iki fotoğrafı inceleyelim.


Batı dünyasının yemek modeli olan masada yemek ne yazık ki birçoklarımızın hayatına girmiş durumda. “yahu ne var bunda?” diyenler elbette vardır. Hadi beraber bakalım bizim yer softasında ne var yahu…

Medeniyetimizin yaşattığı bu yer sofrasının manası şuradan gelir ki “sofra” kelimesi “sefer”i hatırlatır. Seferde yol alan bir yolcu, yemek yiyeceği zaman kendine mükellef bir sofra kurmaz! Örtüsünü serer, çok dağılmadan hızlıca yemeğini yer ve seferine devam eder. İşte sofranın da maksadı medeniyetimizce budur. Bize bir seferde olduğumuzu hatırlatmaktır. Nitekim efendimiz, başımızın tacı, gönlümüzün ilacı, gözümüzün nuru, gönlümüzün süruru olan Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Ben yaslanarak yemek yemem. Ben kulum. Kul gibi yerim!..”

Şimdi soruyorum. Allah’ınız aşkına biz yemek yerken ayak ayaküstüne atan insanlara nasıl dönüştük?

 

Şimdi alttaki fotoğrafı inceleyelim.


(Osmanlı'da bir dondurmacı)

Ecdadın sokaklarda dondurma satan bir emektarını görüyorsunuz. Ve sokaklarda şöyle nida eder dururlarmış: “Sermayesi her an eriyen bu adamcağıza yardım edin!” evet buzlarla birlikte sermayesinin de eridiğini ifade ediyor ama insanlara da dünya hayatının bir sermaye olduğunu, zamanın da buz gibi eriyip gittiğini hatırlatmıyor mu? Dondurmacısının bile ölümü, ahireti ve hesabı hatırlattığı bir medeniyet…

Böyle örnekler vermeye kalksak mevzu uzar gider. Son olarak sizlerle Yahya Kemal’in bir beyitini paylaşmak ve o beyiti o şaire yazdıran medeniyetin büyüklüğünü tefekkür ettirmek istiyoruz. Şöyle diyor büyük şair:


Felekden istemeyiz yeryüzünde varsa huzur

Kemâl semt-i hamûşânda hâbdan başka

 

Biz diyor büyük şair, felekten huzura, mutluluğa, servete, neş’eye ve refaha dair hiçbir şey istemiyoruz. Tek istisna, felekten suskunlar semtinde rahat bir uyku istiyoruz diyor. Suskunlar semtinde rahat bir uyku…

O rahat uykuya vasıl olabilmeyi mevlamız bize ve neslimize nasib eylesin.

Vesselam…


Post a Comment

Daha yeni Daha eski
'; (function() { var dsq = document.createElement('script'); dsq.type = 'text/javascript'; dsq.async = true; dsq.src = '//' + disqus_shortname + '.disqus.com/embed.js'; (document.getElementsByTagName('head')[0] || document.getElementsByTagName('body')[0]).appendChild(dsq); })();