Şark Meselesi
Şark meselesi, tabir olarak ilk defa 1815 tarihinde Viyana’da yapılan bir kongrede dile getirilmiş ve daha sonraki dönemlerde Avrupa devletlerinin, adeta mefkûre haline getirdiği bir politikaya dönüşmüştür. Rus İmparatoru ve diplomatlarının ilk etapta Hıristiyan unsurlara dikkat çekmek için kullandığı bu tabirin, zamanla siyasî, sosyal, ekonomik ve tarihî bir boyut kazandığını söyleyebiliriz. İlk kullanıldığı tarihten itibaren “Şark meselesi” kavramı, Avrupalı diplomatların literatürlerine hemen girmiştir.
“Şark Meselesi” kavramı ile ifade edilen veya anlatılmak istenen olay veya olguların tarih boyunca sürekli değiştiğini, “Şark Meselesi” ile alakalı bir araştırma yapılacağı zaman, tarihin ve zamanın, kavram üzerindeki etkisini unutmamak gerekir. Şark Meselesi kavramı ile bazen Hıristiyan unsurların durumu kastedilirken bazen belli bir bölgeden çıkartılmak istenen Müslümanlar/Türkler işaret edilmiştir.
“Şark Meselesi” kavramı bazen hedeflenen bir ekonomik sonucu ifade ederken başka bir tarihte jeopolitik bir stratejiyi ifade edebilir. Çalışmamızdaki amacımız “Şark Meselesi” tabiri ile ifade edilen ana problemin ne olduğu, ne zaman ortaya çıktığı ve Osmanlı Devleti’ni hangi alanlarda etkilediğinin üzerinde durmaktır. Bu çalışmada Osmanlı Devleti’nin “Şark Meselesi” adı altında etkilendiği en büyük alanın iktisadi (ekonomik) yönden olduğunu inceleyecek ve açıklayacağız. Ayrıca unutulmaması gereken bir konu da Avrupalı devletlerin geçmişte elde ettikleri imtiyazları kullanarak ve “Şark Meselesi” ile gayrimüslim tebaanın haklarını koruma bahanesiyle sürekli Osmanlı Devleti’ni, kendi istekleri noktasında hareket etmeye zorlamalarıdır. Bu sayede elde ettikleri iktisadi ve siyasi imtiyazları daha fazla genişletmişler, hedeflerine her geçen gün daha fazla yaklaşmışlardır. İlerleyen süreçte insanlığın geliştirdiği teknoloji ve bu teknolojiyi kullanmak için ihtiyaç duyduğu yer altı kaynaklarının ve doğal zenginliklerin, Osmanlı Devleti’nin topraklarında büyük ölçüde bulunması, devletlerin Şark politikalarının değişmesine ya da gelişmesine yol açtığını söyleyebiliriz.
Avrupa’da en güçlü siyasi, iktisadi ve askeri konumda bulunan İngiltere, kendi menfaatleri doğrultusunda kimi zaman Osmanlı Devleti’ni desteklemiş, kimi zamanda Rusya’yı atacağı adımlar hususunda cesaretlendirmiştir. Görülmektedir ki İngiltere, “Şark Meselesi”nin siyaset merkezinde konumlanmaktadır. Gelenekselleşmiş olan Hindistan yolunu korumak ve sonralarda keşfedilen Ortadoğu zenginliklerini muhafaza etmek İngiltere’nin ana politikalarını teşkil eder. Viyana’dan sonra gerilemeye başlayan Osmanlı Devleti, eski gücünde olmadığı için bu politikalar ve entrikalar karşısında “muvazene sistemi” ile ayakta kalmaya çalışmış ve bu politikasını yıkılışına kadar devam ettirmiştir.
1- Şark Meselesi Tabiri
Şark Meselesi tabirinin neyi ifade ettiğine geçmeden önce Şark Meselesinin, tabir olarak nerede, ne zaman ve niçin söylendiğini ifade etmek gerekir. Napolyon’un liberalizm ve milliyetçilik gibi akımları silah zoruyla Avrupa’ya yaymasının monarşi yönetimlerini ve imparatorlukları son derece rahatsız ettiğini biliyoruz. Bu gidişata bir son vermek ve Napolyon Fransa’sına karşı koyabilmek için Avrupa’nın güçlü devletleri bir araya gelmiş ve ortak bazı kararlar aldıkları bir kongre tertip etmişlerdir. Asıl amaçlarının ise Napolyon’un tahttan indirdiği monarşileri yeniden kurmak ve kendi rejimlerini ortak güvence altına almak olduğunu söyleyebiliriz.[1]
Kongrenin Osmanlı Devleti’ni ilgilendiren en önemli kısmı, Şark Meselesi tabirinin kavram olarak ilk kez burada geçmesidir. Başta Rus Devleti olmak üzere diğer Avrupalı devletlerin sürekli gündeminde olacak olan Osmanlı Devleti’nin topraklarının paylaşılması meselesi teorik olarak ilk kez burada ifade edilmiştir. Daha sonra Şark Meselesi tabirinin Osmanlı Devleti’nde yaşayan gayr-i Müslim tebaanın himayesi için kullanılmış olduğunu ve Avrupalı devletlerin bu bahane ile sürekli Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karıştığı, devleti kendi nüfuz ve hükmü altına alarak parçalamaya çalıştıkları görülmektedir. [2]
Kavram olarak Şark Meselesi tabiri ilk kez Viyana Kongresi’nde kullanılmış olsa da, Rusya başta olmak üzere birçok Avrupa devletinin Osmanlı Topraklarını çok daha önce parçalama ve bölüşme emelleri içerisinde olduklarını söyleyebiliriz. Rusya, güçlü bir Avrupa devleti haline geldikten sonra kendine Osmanlı topraklarını hedef olarak koymuş ve hedeflediği parçalama işlemini tek başına yapamayacağını anlamıştır. Bunun için ilk başta Avusturya’yı bu plana dâhil etmiş ve iki devlet 1787 yılında bir ittifak yaparak Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmişlerdir.[3]
II. Katerina, “Bizans Yolu” yazılı yollardan geçmiş ve Bizans İmparatorluğu’na aday olarak da torununa “Konstantin” adını vermiştir.[4] Sahada büyük kayıplar verse de Osmanlı Devleti’nin imdadına Fransız İhtilali yetişmiş, çok uluslu bir yapıya ve mutlakî rejimlere sahip olan Rusya ve Avusturya ihtilalden çekindikleri için sahada kazandıklarının çok az bir kısmıyla yetinmeyi tercih edip savaşı sonlandırmaya karar vermişlerdir.
Viyana Kongresinden sonraki süreçte Rusya’nın, Osmanlı Devletini parçalamak için birbirinden farklı birçok politika uyguladığı, ve bu politikalar sayesinde en sonunda İngiltere’yi de ikna etmesiyle 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı ile hedeflerine ulaştığı görülmektedir. Bu tarihe kadar Osmanlı Devleti’nde ortaya çıkan bağımsızlık hareketlerini desteklemiş, işgal ettiği bölgelerdeki Müslüman halkı Ruslaştırmaya ve Hıristiyanlaştırmaya çalışmış, bölge halkını ekonomik, dini ve içtimai baskılar sonucu göç etmeye zorlayarak Osmanlı Devleti’nin hâkim olduğu topraklardaki demografik yapıya da etkileri olmuştur. [5]
Enver Ziya Karal, Rusya’nın Osmanlı Devleti üzerindeki emellerinin üç ayrı boyutta incelenebileceğini savunmuştur. Birinci yol, Osmanlı topraklarını doğrudan Rus İmparatorluğu’na katmak, ikinci yol anlaşmalar sağlandığı takdirde Osmanlı topraklarını Avrupalı devletlerle paylaşmak, üçüncü yol ise Osmanlı topraklarında müstakil devletler kurulmasını sağlamak ve zamanla bu devletleri kendi himayesi altına almak.[6]
Görüldüğü üzere başlangıçta Şark meselesiyle en çok ilgilendiği görülen devlet Rus devleti olmuştur. Kırım Savaşı, Rusya’nın “güneye inme” siyasetinin neticesinde gerçekleşmiş ve akabinde imzalanan Paris Antlaşması ile Rusya, durdurulmak istenmiştir.[7]
Rusya özellikle Kırım Savaşı’ndan sonra imzalanan Paris Antlaşması'nın dokuzuncu maddesine dayanarak sürekli Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmayı hedeflemiş ve Osmanlı Devleti’ni yıpratmaya çalışmıştır. Gerek Kırım gerek Kafkasya gerekse de Balkan coğrafyalarında yaşayan Müslümanların, Hıristiyan bir devletin yönetimi altında yaşamaktansa göç yolundaki tehlikeleri göz önüne alarak hicret etmeyi şiar edindiklerini görmekteyiz.[8]
Avrupa devletlerinin sürekli Osmanlı iç siyasetine karışma ve yönlendirme çabalarını, “Şark Meselesi” kavramıyla ne kadar ilgilendiklerinin bir göstergesi olarak yorumlayabiliriz. Cidde Olayları ve Suriye İsyanları, Eflak ve Boğdan olayları, Romanya Birliği, Sırbistan Olayları, Karadağ isyanları, Osmanlı-Yunan münasebetleri, Osmanlı-Mısır münasebetleri, Osmanlı Devleti’nde Yahudi Göçü Meselesi, Osmanlı Devleti’nin Ermeni, Rum ve Hıristiyan tebaalarıyla ilişkileri konularına bakıldığında, her birinde Avrupalı devletlerin uyguladığı politikalardan veya yaptırımlardan bahsedebiliriz. Tüm bunların sonucunda Şark Meselesinin yüzyıllar boyu Avrupa diplomasi tarihinin bir parçası olduğunu, Osmanlı Devleti’nin yıkımında savaşların ve diplomatik entrikaların rol oynadığını söyleyebiliriz. Avrupalıların “Hasta Adam” olarak gördüğü Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla, Şark Meselesi sorununu çözdükleri kısmen söylenebilir. Bununla birlikte Şark Meselesinin, Türkler ve diğer Müslümanlar için maddi ve manevi bir yıkım olduğunu da ifade etmek gerekir. Avrupalıların Şark Meselesi problemlerini çözmesiyle bölgede meydana gelen ölü ve mülteci sayısına bakıldığında Otuz Yıl Savaşlarından beri bu kadar kaybın, başka hiçbir Avrupa ülkesinin başına gelmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.[9]
2- “Şark Meselesi”nin İnkişafı
Şark Meselesinin muhteviyatını teşkil eden birbirinden farklı birçok faktörden bahsedebiliriz. Örneğin Borjva’ya göre Şark meselesine bakış açısı biraz daha genişletilmelidir. Borjva, Türklerin Avrupa’ya girmelerinin, Şark meselesinin sadece bir bölümü olduğunu ve asıl problemin Asya’dan gelen “barbar” kavimlerin, Roma ve Hıristiyan medeniyetlerine son vermesi veya bölgeden kovması ile başladığını söyleyebiliriz.[10]
Edvard Deriyo ise Şark meselesinin çok daha geniş kapsamlı olduğunu ve milletlerden ziyada dinler arası bir mücadeleyi ifade ettiğini söyleyebiliriz. Çünkü Deriyo’ya göre Şark meselesi, Haç ile Hilalin kavgasıdır ve Hz. Muhammed (S.A.V.)’in doğmasıyla yani 571 yılında başlar.[11]
Soloviyef ise Şark meselesinin başlangıcını çok daha eski tarihlere kadar götürmekten yanadır. Soloviyef’e göre Şark meselesi, Avrupa ile Asya’nın çarpışmasıyla başlar. Bu çarpışmada Avrupa’nın hayat kaynağı olan denizlerin, Asya ise yaşamanın çok daha zor olduğu bozkırların tesirine girmesiyle başlamıştır. Bu sebeple Rusların denizsiz kalmaları onları bir kurtuluş yolu aramaya sevk etmiş ve Şark Meselesi ile ifade edilen politika veya problem ortaya çıkmıştır.[12]
Görülmektedir ki farklı yorumlar ve farklı değerlendirmeler olsa da genel bir ifadeyle “Şark Meselesinin" mukaddes yerlerin ve bölgelerin Türklerin eline geçmesiyle başladığını söyleyebiliriz. Kutsal yerlerin olduğu kadar Türklerin ticaret bölgelerine de el koyması da Avrupalıların Türklere ve “Doğu”ya bakış açısını değiştirmiş ve bütün Türk-İslâm devletlerine karşı Hıristiyan kimliği adı altında cephe almaya sevk etmiştir.
Yani Ekonomik ve stratejik menfaatler, dini faktörler gibi çeşitli etkenler, Şark Meselesinin temelini teşkil etmişlerdir. Türkiye topraklarının jeopolitik konumu dolayısıyla çağlar boyu önemini arttırarak koruduğunu söyleyebiliriz. Bu sebeple Avrupalı devletler dini, siyasi veya ekonomik sebeplerle her zaman bölgeye hâkim olmak istemişler ve en sonunda Osmanlı Devleti’ni parçalamayı başarmışlardır. Şark Meselesi Avrupalı devletler için Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla bitmemiş bugün dahi devletlerin ana politikalarından birisi olmayı muhafaza etmiştir. Pekala Şark Meselesi ile ifade edilen olay, olgu ya da problem ne zaman ortaya çıkmıştır? Yeni bir çağı başlatan Kavimler Göçü ile mi ortaya çıkmıştır? Yoksa 5. Yüzyılın ilk yarısında Atilla ve diğer Avrupa Hun İmparatorluğu’nun Avrupa’da durdurulamaz fetihler yapması sonucu mu? 610 yılında İslam dinin tezahür etmesi ile mi? 756 yılında Müslümanların Avrupa topraklarında bir devlet kurmasından mı kaynaklıdır? (Endülüs Emevî Devleti) 751 yılında Türklerin, İslamiyetle tanışmasıyla mı başlamıştır? Yoksa Malazgirt ile 1071’de Türklerin bir devlet olarak Anadolu’ya gelmesiyle mi? Avrupalıların Miryakefalon’da (1176) Türkleri geri gönderemeyeceklerini anlamasıyla mı ortaya çıkmıştır? Yoksa 1354’te Osmanlı Devleti ile Türklerin Balkanlara çıkmasıyla mı? 1453 yılında İstanbul’un fethi ile mi yoksa 1529’da 1. Viyana Kuşatması ile mi başlamıştır? Yukarıda sayılan birçok olay tarihin dönüm noktalarını teşkil eder. Bu sebeple bunlardan herhangi birinin Şark Meselesi’nin doğuşu olduğuna dair kesin bir ifade kullanmak ne kadar doğru olur? Şark Meselesi’nin zaman içinde sürekli değiştiğini, devletlerin politikalarının ve hedeflerinin nasıl şekillendiğini ancak olayların yaşandıkları dönemi değerlendirdiğimizde kavrayabiliriz. Örneğin Şark Meselesi’nin Türk-İslam ve Avrupa Hıristiyan mücadelesinin temelini oluşturduğunu söyleyebiliriz. 1699’a kadar ki emel ve hedeflerinin Türkleri durdurmak olduğunu ve Karlofça Antlaşması ile bunun mümkün kılındığını görmekteyiz. Bu tarihten itibaren ise Şark Meselesi’nin esasını Hıristiyan topraklarını geri almanın teşkil ettiğini ifade edebiliriz. [13]
Buradan şunu anlıyoruz ki Şark Meselesi ile ifade edilen amaç, hedef ya da politika zaman içinde kendisini yenilenmiş ve yeni anlamlar kazanmıştır. Şark Meselesi ile ifade edilip amaçlanan hedeflerin ve politikaların değiştiğine, 1878 Berlin Antlaşması ile Türkleri Balkanlardan çıkartmayı başarmış olan Avrupa devletlerinin yeni Şark Meselelerinin Hıristiyan Ermenileri kurtarmak ve onlara Doğu Anadolu’da bir devlet kurdurtmak olarak değiştirdiklerini söyleyebiliriz. Bu ve buna benzer birçok örnekler verilebilir. Bununla beraber devletlerin “Doğu Sorunu” ile amaçladığı şeyler aynı olsa da uygulamada farklılık gösterdiğinden “Doğu Sorunu” veya “Şark Meselesi” kavramlarının çeşitli anlamlar kazandığını ifade etmek gerekir. Osmanlı Devleti’nde ortaya çıkan iç ve dış siyaset sorunlarını da Avrupalılar “Doğu Sorunu” olarak nitelendirmişlerdir. [14]
“Şark Meselesi”ne devletlerin bakış açılarının farklı olduklarını izah için Rusya üzerinden bir örnekleme yapabiliriz. Rusya için “Güneye inme” ve “Boğazlara hâkim olma” fikirleri, yalnızca Büyük Petro’nun bir emaneti değil Rusya’nın genel istilâ siyasetinin getirdiği bir sonucudur. Ordusunun güçlü olması kadar ekonomisinin de bir o kadar güçlü olmasını isteyen Rusya’nın elbette boğazlar meselesini gündem dışı tutması beklenemezdi. Zamanla gelinen noktada Ruslar için Karadeniz’i bir Rus gölü yapmak, vazgeçilemez bir politika haline dönüşmüştür. [15]
1784 yılı incelendiğinde görülmektedir ki Rusya, Osmanlı Devleti’ni parçalamak ve topraklarını bölüşmek için ilk ciddi teşebbüsünü gerçekleştirmiştir. Avusturya İmparatorluğu’nu da ikna etmesiyle Osmanlı topraklarına saldırmış, Osmanlı Devleti’ni Fransa’da patlak veren ihtilal ve ihtilalin yaydığı fikirler kurtarmıştır. Katarina, Avusturya İmparatoru II. Josef’i ikna etmiş ve ortaya bir “Grek Projesi” tasarısı çıkmıştır. Bu projeye göre Eflak, Buğdan ve Besarabya’da bir Daçya Devleti kurulacak, Sırbistan, Bosna, Hersek ve Dalmaçya kıyıları ile Eflak’ın küçük bir kısmı Avusturya’ya bırakılacak, Rusya ise Dinyester’e kadar olan Karadeniz kıyılarını alacaktı. Ayrıca Katarina, torununa Konstantin adını vermiş ve İstanbul’da kurulacak olan Grek Devleti (Bizans Devleti)’nin başına geçmesini de hedefleri arasına koymuştur. Böylece hem Osmanlı Devleti’ni yıkmış hem de kendisine taabi bir Bizans Devleti kurmuş olacaktı. Bu proje için hazırlıklar yapılırken İngiltere, Fransa ve İspanya’nın Amerika’daki bağımsızlık hareketlerini birbirlerine karşı kullanıp mücadele ettiklerinden, bu konuyla alakadar olamamışlardır.[16]
Bu savaşla hizmet edilen ana mesele Rusya’nın Şark Meselesi problemidir diyebiliriz. Çünkü bu ittifakın ve planın asıl amacı Osmanlı Devleti’nin Avrupa’dan atılması ve topraklarının kendi aralarında bölüşülmesidir. Görüldüğü gibi “Doğu Sorunu”na dair ilk ciddi teşebbüsünü Rusya, Avusturya ile beraber halletmek istemiştir. Savaşta büyük kazançlar sağlansa da Fransız İhtilali’nden çekindikleri için, her iki devlet de çok az bir kazanç ile barışa razı olmuştur.[17]
Rusya hem doğrudan hem dolaylı yollarla birçok defa Osmanlı Devleti’nin parçalanması için faaliyetlerde bulunmuştur. Yunan ve Sırp İsyanları da dolaylı bir şekilde Şark Meselesi’ne yönelik uyguladığı politikalardır. Osmanlı Devleti zaten isyanlarla bile zor başa çıkarken bir de Avrupalı devletler tarafından isyanların teşviki devleti iyice zor duruma düşürmüştür.
1806 – 1821 Osmanlı – Rus, İngiliz Savaşı’na bakacak olursak, Rusya’nın “güneye inme” siyasetine devam etmesi, şark meselesi ile ifade edilen politikanın, Osmanlı Devleti’ni parçalamak olması ve Rusya’nın Balkanlarda kendisine tabi devletler inkişaf ettirmeye çalışmaları bu savaşın sebepleri arasında sayılabilir. Napolyon’un Mısır’ı işgalinden sonra Osmanlı – Fransız ilişkilerinin hızla düzeldiğini biliyoruz. Napolyon’un Avrupa’daki başarılarının, ilişkileri düzeltmek konusunda Osmanlı tarafına bir yakınlık sağladığını da söyleyebiliriz. Bu tarihlerde Rusya’yı güneyinden de sıkıştırmak isteyen Fransa’nın, Osmanlı Devleti’ni Rusya’ya karşı sürekli kışkırtma politikası uyguladığını ifade etmek gerekir. Zaten Rus baskısından kurtulmak için çareler arayan Osmanlı Devleti, Fransa’ya güvenmiş ve bazı girişimlerde bulunmaya başlamıştır. İlk olarak Fransa’nın isteği üzerine Rus yanlısı olan Eflak ve Buğdan beylerini görevden almış olan Osmanlı hükümeti, aynı yılda boğazları Rus gemilerine kapattığını açıkladı. Rusya’nın açık savaş tehdidi üzerine Eflak ve Buğdan beylerine görevleri geri verilse de Rusya, Osmanlı Devleti’ne savaş ilan edip Eflak ve Buğdan’ı işgal etti. 1808 – 1812 Osmanlı – Rus savaşı böylece başlamış oldu. Rusya ile savaş halinde iken İngiltere’nin Fransa’ya karşı müttefik olarak gördüğü Rusya’ya yardım amacıyla donanmasını İstanbul Boğazı’na göndermesiyle payitahtta büyük bir korku ve heyecan hâsıl olmuştur. Lakin karaya asker çıkartamamaları sonucunda ciddi bir gelişme kat edemeyen İngiliz donanması buradan çekilmez zorunda kalmıştır. [18]
Savaş devam ederken Osmanlı ordusunun yaşlı, savaş bilmez ve isteksiz insanlarla dolu olması, Fransa’dan beklenen desteğin gelmemesi ve ayanların iyi askerlerini savaşa göndermemeleri nedeniyle savaş boyunca Osmanlı Devleti savunma durumunda kalmış ve Fransa’nın itirazlarına rağmen barış teklifinde bulunmuştur. 1812 yılında Bükreş Muahedesi imzalanmış ve anlaşma gereğince Osmanlı Devleti Sırplara bazı imtiyazlar verilmesi kabul edilmiştir.[19]
1828 – 1829 Osmanlı – Rus Savaşı’na bakacak olursak, Rusya’nın tekrar Osmanlıları parçalama yolunda attığı ciddi bir adımı incelemiş oluruz. II. Katarina döneminde Rusya, Osmanlı Devleti’ne Küçük Kayranca Antlaşmasını imzalatmış ve böylece Ortodoksları himaye etme hakkını kazanmıştır. Bu himaye meselesini bahane ederek Rusya’nın 1914’e kadar sürecek olan Şark Meselesinin çözümü yolunda sürekli Osmanlı Devleti’ne müdahalesi görülmektedir. Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan sonra Rusya’nın 1787’de Osmanlı boğalarına hâkim olmak ve Türk topraklarını paylaşmak adına attığı adımları daha önce belirtmiştik. Bu 1783 tarihinde yapılan ittifak, Şark Meselesinde önemli bir dönüm noktası olmuştur diyebiliriz. Karadeniz, Akdeniz ve Mora ile yakından ilgilenen Rusya, Navarin’de Osmanlı donanmasının batırılmasını, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ve Navarin’den sonra Osmanlı hükümetinin İngiltere ve Fransa ile ilişkilerini zayıflatmasını fırsat bilmiş, yüzyıllardır halletmeye çalıştığı Şark Meselesine bir müdahale imkânı bulduğundan Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmiştir. [20]
Savaş başladığında Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından henüz iki yıl geçmiş olduğundan düzenli ve tam tekmil bir Osmanlı ordusundan bahsedememekteyiz. Ayrıca Navarin hadisesinden sonra donanması yakılan Osmanlı Devleti’nin, Rusya karşısında daha savaş başlamadan geri kalmışlığından bahsetmek gerekir. Savaş iki yönlü olmuş, Trakya’da Ruslar Edirne’ye kadar gelmiş ve Doğu’da Kars, Ahıska, Anapa ve Erzurum’da düşman eline geçmiştir. Osmanlı Devleti’ni toptan bir yıkılıştan, İngiltere başta olmak üzere Avrupa devletlerinin Rusya’nın ilerleyişinden rahatsız olmaları kurtarmıştır diyebiliriz. Rusya’da ortaya çıkan bazı karışıklar da bu durumlara eklenince, Rusya da barışa ikna olmuş ve Edirne Barış Andlaşması imzalanmıştır. 1828-1829 Osmanlı – Rus Savaşı, 93 Harbi’nin adeta bir provasıdır diyebiliriz. Edirne Andlaşması ile Osmanlı Devleti, Kaynarca’dan sonra imzaladığı en ağır andlaşmayı kabul etmek zorunda kalmıştır.[21]
3- Şark Meselesi’nin Osmanlı Devletine Etkileri
Avrupalı devletlerin her birinin ayrı ayrı doğu politikaları olduğunu, her devletin doğal olarak kendi çıkarlarını düşündüğünü ve “Doğu Sorunu” adını verdikleri problemin çözümü için ortaya attıkları fikirlerde zaman zaman ayrıştıklarını yukarıda belirtmiştik. Şimdi de ortak hareket ettikleri ve ayrıştıkları noktalarda “Şark Meselesi” adı altında giriştikleri faaliyetler sonucunda Osmanlı Devleti’nin etkilendiği alanları inceleyeceğiz.
A- Siyasi Etkileri
Osmanlı Devleti, “Şark Meselesi”nin tam anlamıyla baş aktörü ve baş muhatabıdır. Çünkü Avrupa’nın ele aldığı problem ister Türk sorunu ister İslâm sorunu adını alsın, her hâlükârda Osmanlı Devleti’ni bir hedef olma noktasına itmiştir. Şark Meselesi dendiği zaman akıllara gelebilecek en büyük etkenlerden bir tanesinin de Osmanlı Devleti’nin topraklarında bulunan ham madde ve yeraltı zenginlikleridir. Bu konulara iktisadi etkiler başlığı altında değineceğiz. Fakat hedef ne olursa olsun Avrupalı devletlerin “Doğu Sorunu”na çözüm için giriştiği hamlelerin ve politikaların, Osmanlı Devleti için bir siyasi sonuçları olduğunu ifade edebiliriz. Avrupalı devletlerin savaşlar, savaşlar sonrası imzalanan antlaşmalar, kapitülasyonlar, doğrudan ve dolaylı yoldan işgal hareketleri, siyasi ve ekonomik bağımlılık ve eğitim gibi aklımıza gelebilecek birçok konuda uyguladığı politikalar, Osmanlı Devleti’ni belli bir siyaset gütmeye mecbur bırakmıştır. Ayrıca dünya siyaseti her geçen yüzyılda çok farklı bir hâl aldığından Osmanlı Devleti bunu kullanmayı olabildiğince başarmış ve çöküşünü belki de yüzyıllar boyu ertelemiştir. Örneğin Fransa, Napolyon Bonapart’ın devrinde dünya hâkimiyetine girişmiş ve en büyük rakibi olan İngiltere’yi sömürge yolları üzerinden vurmak için Mısır’ı işgal etmiştir. Bu işgal sonrasında İngiltere, sömürge yollarını korumayı baş politikası haline getirmiş ve doğal olarak uzun yıllar sürecek olan Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü koruma politikasını uygulamaya başlamıştır. Tam da bu yıllarda Osmanlı Devleti, gücünün artık Avrupalı devletler karşısında tek başına yeterli olmadığını anlamış ve uzun yıllar hayatta kalmasını sağlayacak olan “muvazene politikası”nı uygulamaya başlamıştır.[22]
Muvazene yani denge politikası, Osmanlı Devleti’nin “Şark Meselesi” karşısında uyguladığı en önemli siyasi hamle olduğunu söyleyebiliriz. Şunu da belirtmek gerekir ki Osmanlı Devleti, son yüzyıllarda yeni yerler fethetmek veya kaybettiği toprakları geri alma politikalarını da bir kenara bırakmış ve mevcut topraklarını koruma politikası izlemeye başlamıştı. Bu bile artık eski gücünde olmadığının ve Avrupalı devletlerin Devlet-i Aliye üzerindeki politikalarının farkında olduğunun bir göstergesidir. Ancak Osmanlı Devleti’nin yönetim sisteminden kaynaklanan bazı olumsuz gelişmeler devletin uygulamak istediği projelerin rafa kaldırılmasına sebep olmuş ve geri kalmışlığı iyice arttırmıştır. Tek idare sistemi ile yönetilen Osmanlı Devleti, dönem dönem adeta devlet adamlarının, paşaların ve askerlerin kurbanı olmuş, birçok yenilikçi padişahın tahttan indirilmesine hatta bazılarının katledilmesine yol açmıştır. Aynı şekilde yenilikçi ve dünyaya açık devlet adamları da bu isyanlardan payını almış ve birçoğu mevcut sistemi ve makamlarını korumak adına isyan eden asilerin girişimleri sonunu hayatlarını kaybetmiştir. [23]
19. Yüzyıla gelindiğinde dünya farklı bir düzen almaya başlamış ve emperyalizm kavramı ortaya çıkmıştır. Bu süreçte insanoğlunun elde ettiğini teknolojik gelişmeler devletleri sürekli bir ihtiyaç olan hammadde arayışına itmiştir. Osmanlı Devleti’nin sınırları içerisinde yer alan bugün “Orta Doğu” diye ifade edilen bölge de hammadde bakımından dünyanın en zengin ve en önemli bölgelerindendir. “Orta Doğu” ifadesi bile tamamen “Batı” dünyasının çıkarlarına uygun olarak ortaya atılmış bir deyimdir. Osmanlı Devleti’nin müttefiki ve toprak bütünlüğünün koruyucu konumunda olan İngiltere başta olmak üzere birçok Avrupa devleti bölge topraklarını adım adım işgal etmişlerdir. Anthony Sampson, “Petrol Oyunu” adını verdiği eserinde bölgeyi; “Bugün Ortadoğu’nun iki haritası vardır. Biri, çoğu yeni olan ülkeleri gösterir. Diğeri ise petrol şirketlerinin nüfuz bölgelerini, petrol arama, üretme ve satma haklarını belirler.” olarak tanımlar.[24]
Görülmektedir ki Avrupalı devletler bölgeye olan saldırı, işgal veya sömürge planlarını kendi halklarına tarih boyunca dinî sebepler göstererek hareket etmiştir. Bugün petrol kaynaklarının bulunduğu coğrafya, eskiden de ticari açıdan çok önemli yolların ve limanların bulunduğu bölgedir. Ortaçağın başlarından itibaren Avrupalı devletler “Doğu”ya doğru bir hareket izleyecekleri sırada halkı genellikle kilise ve din adamları yoluyla buna sevk etmiştir. “Sosyal Etkileri” başlığımızda bu ayrıntıya yer vereceğiz. Osmanlı Devleti’ni hedef alan “Şark Meselesi”nin en büyük siyasi etkenlerini ve safhalarını şu şekilde sıralayabiliriz:
1- 1877-1878 Osmanlı – Rus Savaşı
2- Balkan Savaşları
3- I. Dünya Savaşı
4- Milli Mücadele (Kurtuluş Savaşı)
Şunu atlamamak gerekir ki yukarıda zikrettiğimiz bu dört savaş, “Şark Meselesi” kapsamında siyasî ve askerî açıdan en cüretkâr hadisedir. 1877 – 1878 Osmanlı Rus Savaşı neticesinde Türklerin Balkanlardaki otoritesi neredeyse sona erdirilmiş, Balkan Savaşları ile Türkler (Doğu Trakya hariç) Avrupa’dan ve Balkanlardan çıkartılmış, I. Dünya Savaşı ile adeta felakete uğratılmış ve en nihayet tamamen Anadolu’dan da gönderilmek için “Sevr Antlaşması”nı imzalamaya mecbur bırakılmıştır. Bağımsızlığına ve özgürlüğüne düşkün Türk milleti, toptan bir yok oluşu göze alıp “Milli Mücade” hareketini başlatmış ve en nihayetinde bağımsızlığına kavuşmuştur. Milli Mücadele’nin en önemli sonuçlarından bir tanesi kapitülasyonların kaldırılması meselesidir. Kapitülasyonlar ilk başka sadece ekonomik bir ayrıcalık olarak görünse de Avrupalı devletlerin “Şark Meselesi” kapsamında kapitülasyonları kullanarak sosyal, iktisadi ve özellikle de siyasi alanlarda Osmanlı Devleti’nin sürekli iç işlerine karıştıklarını da ifade etmemiz gerekir. Bağımsızlık mücadelesinde Türkler, kapitülasyonları kaldırarak hem ekonomik hem de siyasi bağımsızlıklarını geri kazanmayı başarmışlardır.
B- Askeri Etkileri
“Şark Meselesi” kapsamında Avrupalı tarihçilerin, bahsedilen “Doğu Sorunu”nun başlangıcına dair yorumları yukarıda vermiştik. Görülmektedir ki meselenin başlangıcı istendiğinde Hz Nuh’un tufanına kadar götürülebilmektedir. Osmanlı tarihi incelendiğinde, Avrupa’nın uzun yıllar Türkleri Rumeli’den, Balkanlar’dan ve hatta Anadolu’dan göndermek için birçok politika izledikleri görülmektedir. Bu politikalar neticesinde devletler birçok defa çatışma durumunda kalmış, uzun yıllar sürecek olan kanlı savaşlar yapılmıştır. Savaşların bugün de olduğu gibi geçmişte de en büyük ihtiyacı, asker sayısı ve askeri besleyecek erzak yeterliliği olmuştur. Osmanlı Devleti kurulduğu coğrafya ve devlet yapısı itibariyle “gaza ve cihat” geleneği ile yüzyıllarını geçirmiş, sürekli Avrupalı devletler ile savaşlar yaşamıştır. Lakin hem dünya düzenin ve teknolojinin değişip gelişmesi, hem de Osmanlı Devleti’nin askerî yapısının bozulması ile birlikte Osmanlı Devleti, Avrupalı devletler ile girdiği savaşlarda yenilmeye başlamış, zaman ilerledikçe de Avrupa ordularının üstünlüğünü kabul eder duruma gelmiştir. Bu durumu gören ilk Osmanlı padişahının II. Osman olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü kendisi Lehistan seferindeki başarısızlığın kaynağını askerlerin mevcut durumuna bağlamaktaydı. Genç ve tecrübesiz olmasının yanı sıra, Osmanlı Devleti’nde ilk ciddi ıslahat teşebbüsünü Sultan Osman uygulamaya çalışmış fakat çıkan isyan ile padişah tahttan indirilip katledilmiştir.[25]
Osmanlı Devleti geri kalmışlığın tek sebebinin uzun yıllar askerî yapıdan kaynakladığını, nizamın bozulduğunu, modern Avrupa ordusuna benzer bir ordu kurulması gerektiğine inanmıştır. Batının savaş usullerini öğrenmesi ve uygulaması gerektiğini kabul eden Osmanlı Devleti, Lale Devri’nde birtakım faaliyetlere girişmiştir. Yeniçeri Ocağı’nın ıslahı için çalışmalara başlanmış ve uzun yıllar Osmanlı Devleti’ne hizmet edecek olan Comte de Bonneval (Humbaracı Ahmet Paşa) Humbara Ocağını ıslah etmek için ülkeye davet edilmiştir. Gerçekten de barışın da istifade imkânı ile birlikte bu ıslahat hareketleri göze çarpar nitelikte olmuştur. Yine de bu faaliyetlerin yeterli düzeyde olmadığını, diğer alanlarda yapılan ıslahatlara göre sınırlı sayıda kaldığını ifade edebiliriz.[26]
Avrupalı devletlerin Türkleri artık Balkanlardan göndermek istediğini ve devletinin geri kalmışlığını anlayan bir başka Osmanlı padişahı ise Sultan III. Selim’dir. Bu sebeple devlete yenlik getirmek ve Avrupa’yı yakalamak için Nizâm-ı Cedîd hareketine girişmiştir. Bu yenilik hareketlerinin en önemli kısımlarından bir tanesini askerî alanda yapılan reformlar oluşturmuştur. Sultan III. Selim’i bu alanda yenilik yapmaya iten en önemli iki etken Avrupa’nın “Şark Meselesi” adını verdiği problemin anlaşılması ve Yeniçeri Ocağı’nın bozulması olarak ifade edebiliriz. Sultan III. Selim, yeni kurduğu Nizâm-ı Cedîd ordusu için Avrupa’nın birçok yerinden farklı sınıflara mensup uzmanlar getirtmiş ve modern bir ordu kurmayı hedeflemiştir.[27]
Lakin daha bu yenilik hareketine başlamadan bile padişaha uyarılar gelmiş, askerin bundan rahatsız olacağı ve isyan edeceği telkinleri yapılmıştır. Nitekim gerçekten de bir isyan sonucu yenilikçi padişah tahttan indirilmiş ve katledilmiştir. Yapılan bütün yeniliklerin ve reformların ortadan kaldırılmasını hedefleyen isyancıların önüne bu sefer Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa ve Sultan II. Mahmud’un uzun yıllar izleyeceği kararlı politikalar ve uygulamalar çıkmıştır.
II. Mahmut dönemi tam anlamıyla batılılaşma hareketlerinin bir dönüm noktası olduğu, gerçek manada çok yol kat edildiği bir dönem olmuştur. II. Mahmut yeniliklere ve reformlara son derece karşı olan Yeniçeri Ocağı ile bu işi başaramayacağını anlamış ve sorunu kökünden halletme yoluna gitmiş ve bunun sonucunda 1826 yılında Yeniçeri Ocağı kaldırılmıştır. Bu yenileşme hareketleri için güzel bir haber gibi görünse de “Şark Meselesi” kapsamında Osmanlı Devleti’ni parçalamak isteyen başta Rusya olmak üzere birçok Avrupa devleti karşısında Osmanlı Devleti’ni ordusu olmayan bir devlet durumuna düşürmüş ve devletin siyasi anlamda büyük sıkıntılar çekmesine neden olmuştur. İlerleyen yıllarda Sultan Abdülmecid, Sultan II. Abdülhamid ve Meşrutiyet Dönemlerinde askeri anlamda yenileşme hareketleri devam etmiş fakat yapılan yenlikler ve reformlar “Şark Meselesi” planlarını durdurmaya yetmemiştir. Avrupalı devletler 93 Harbi, Trabusgarp, Balkanlar ve I. Dünya Savaşlarında istedikleri neticeleri almışlardır.
C- Sosyal (Toplumsal) Etkileri
Yukarıdaki bölümlerde Avrupalı devletlerin, Osmanlı Devleti’nde yaşayan gayrimüslimlerin haklarını bahane etmek suretiyle, sürekli Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karıştıklarını ifade etmiştik. Bu sürecin önünü açan en büyük faktörlerden bir tanesi de Islahât Fermanı’dır. Islahât Fermânı, Tanzimat Fermânı gibi padişahın kendi iradesiyle bazı haklarından vazgeçmesi gibi değil Avrupalı devletlerin baskısı sonucu ilan edilmiş, sözde gayrimüslim ve müslim tebaanın haklarını eşitlemesi hedeflenen bu fermân, sadece gayrimüslimlerin ayrıcalıklarını arttıran bir fermân haline getirilmiştir. Nitekim Kırım Savaşı’da başlı başına “Şark Meselesi”nden kaynaklanmakta ve sonuçları itibariyle de devletlerin “Şark Meselesi”ne bakış açılarını göstermektedir. Savaş sonunda İngiltere ve Fransa ve Avusturya’nın bastıları sonucunda Sultan Abdülmecid, 28 Şubat 1856 tarihinde Islahât Fermânı’nı ilan etmiştir. Bu fermânın Osmanlı devlet ve toplum yapısını kökünden sarstığını ve devletinde fermân ile Osmanlıcılık anlayışına uygun bir “millet” oluşturmayı hedeflediğini söyleyebiliriz.[28]
Islahât Fermân’ının 1856 yılında yapılan Paris Barış Konferansı’nın maddeleri arasında yer almasını, gayrimüslim tebaanın Islahât Fermân’ı ile elde ettiği bazı ayrıcalıklar ve yeni hakların Avrupalı devletler tarafından korunup denetleneceğinin işareti olarak yorumlayabiliriz. Nitekim öyle de olmuş, her fırsatta Avrupalı devletler Hıristiyan tebaanın haklarını bahane ederek “Şark Meselesi” ile hedefledikleri projeleri uygulamak ve ya uygulatmak için sürekli Osmanlı Devleti’ne baskılar yapmışlardır.
Osmanlı Devleti “Şark Meselesi” kapsamında Avrupalı devletlerin uygulanmak istedikleri politikalara karşı bazı fikir akımlarıyla karşılık vermek istemiştir. Bunlardan birincisi Osmanlı Devleti’nin sınırları içerisinde yaşayan Müslüm ve gayrimüslim tebaanın bir kimlik altında birleştirilmesini hedeflediği “Osmanlıcılık” akımıdır. Böylece Avrupalı devletlerin sürekli müstakil devlet kurması ve isyan etmeleri için kışkırttığı gayrimüslim tebaanın Osmanlı Devleti’ne bağlılıkları hedeflenmiştir. Müslim ve gayrimüslim tebaadan bir millet zuhur ettirmek isteyen Osmanlı Devleti, Balkan Savaşları sonrasında bunun ancak bir hayal olduğunu, gayrimüslim tebaayı Osmanlı Devleti’ne sadık tutmanın artık mümkün olmadığını görmüştür. Bu fikir akımından ve devlet politikasından istediği istifadeyi sağlayamayan Osmanlı Devleti, bu sefer de Müslümanların halifesi konumunda bulunan Osmanlı padişahının makamını kullanarak, hiç değilse Müslüman tebaanın sadâkatini tutmayı hedeflemiş ve İslâmcılık politikasını uygulamaya başlamıştır. Fakat uzun bir zaman geçmeden sınırları içerisinde yaşayan Müslüman anâsırın da Osmanlı Devleti’nden ayrılıp müstakil devletler kurma hayalinde oldukları gerçeğiyle yüzleşmiştir. Burada tabi ki başta İngiltere olmak üzere Avrupalı devletlerin girişimlerini de es geçmemek gerekir. Osmanlı Devleti’nin girdiği en büyük savaşlardan biri olan I. Dünya Savaşı sırasında Arapları kışkırtmışlar, birçok cephede savaşan Osmanlı Devleti, bir de Müslüman Arapların isyanları ile karşı karşıya gelmiştir. Türk olmayan Müslüman unsurlardan da aradığı desteği bulamayan Osmanlı Devleti, en nihayet devlet için sürekli kanını döken ve malını feda eden ana unsurundan beslenen Türkçülük akımına yönelmiştir. Fakat Türkçülük akımının Osmanlıcılık ve İslâmcılık kadar devlet desteği görmediği, genelde gazetecilerin ve şairlerin yazılarında kaldığını görülmektedir. .Çünkü her ne kadar gerilemiş olursa olsun, yıkılışına kadar Osmanlı Devleti bünyesinde Türk olmayan birçok unsuru barındırıyor ve imparatorluk konumunda bulunuyordur.[29]
Görülmektedir ki Osmanlı Devleti’nde ortaya çıkan fikir akımları, günden güne yenilenmiş ve değişim içerisine girmiştir. Sonuç olarak bu fikir akımlarının Avrupalı devletlerin “Şark Meselesi” adını verdikleri sorunu çözmek için attığı adımlara yönelik olduğunu, devletin, devlet adamlarının ve politikacıların durduk yere politika değiştirmediklerini söyleyebiliriz.
D- İktisadi (Ekonomik) Etkiler
“Şark Meselesi” kapsamında Avrupa’nın, Osmanlı Devleti ya da “Doğu” ile olan ilgi ve alakasının birçok sebebi olduğunu ifade etmiştik. Siyasi, dini, askeri ve ekonomik çıkarlarının söz konusu olduğu bu coğrafya ile en önemli münasebetlerinin ekonomik sebeplere dayandığını iddia edebiliriz. İster askeri, ister siyasi ve hatta dini alanlarda devletin istediği reformları veya hizmetleri yapabilmesi için öncelikle paraya ihtiyacı vardır. Bulundukları bölgede ve hatta dünyada devletler, paraları kadar güçlü, paraları kadar söz sahibidirler. Osmanlı Devleti, Kırım Savaşından hemen önce İngiltere’den ilk borç para alımını gerçekleştirmiş ve ilerleyen süreçte borcunu ödeyemediği gibi yeni borçlanmalara gitmek durumunda kalmıştır. Osmanlı Devleti borç alan her devlet gibi, borcu aldığı devletlerin adeta ekonomik ve siyasi boyunduruğu altına girmiştir. Osmanlı Devleti’nin ekonomik buhranı öyle bir safhaya gelmiştir ki, Avrupa’da uygun kredilerin teklif edilmesi dâhilinde Osmanlı Devleti’nin, kendi topraklarında bir Yahudi Devleti kurulmasına bile müsaade edeceği inancı baş göstermiştir. [30]
Osmanlı Devleti’nin bulunduğu coğrafyanın, en eski tarihlerden beri dünyanın önemli ticaret merkezlerinden biri olduğunu unutmamak gerekir. Fakat 16. Yüzyıldan sonra dünya ticareti Akdeniz başta olmak üzere Osmanlı Devleti’nin hâkim olduğu bölgelerden kaymaya başlamıştır. Genel anlamda bir ekonomi politikasının olup olmadığı da tartışılan Osmanlı Devleti, 16. Yüzyıldan sonra ekonomik gerileme dönemine de girmiştir. Osmanlı Devleti, önceleri kendi iradesiyle bahşederek verdiği kapitülasyonları son döneme gelindiğinde, baskılar ve savaşların sonunda imzalanan anlaşmalar karşılığında vermeye başlamış, yabancı devletlerin ve gayrimüslim tüccarların fazla kazançlarını durdurmayı başaramamıştır. Hatta Osmanlı ekonomisine nüfuz eden Avrupalılar, Osmanlı tüccarlarını adeta kendilerine hizmet eden mal tedarikçisi konumuna düşürmüştür.
Kırım Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti’nin ilk borçlanmaya gittiğini siyasî, askerî ve iktisadî buhranlar yaşadığını önceki bölümlerde ifade etmiştik. Devlet adamlarının ısrarlı tavsiyeleri üzerine Osmanlı Devleti’nde ilk dış borçlanmaya gidilmesinin ortaya atıldığı süreç Sultan I. Abdülhamid devrinde yaşanmıştır. Zamanla dışarıdan bir borç alınmadan devletin para gereksinimimin karşılanmayacağı inancı birçok devlet adamları tarafından kabul olunsa da dışarıdan, özellikle de gayrimüslim bir devletten borç para alma fikri birçok devlet adamı tarafından karamsarlıkla karşılanmıştır. Osmanlı Devleti 19. Yüzyılda girdiği mâli çıkmazı birçok kez tedavüldeki sikkelerin tağşişi ile aşmak istemiş, sadece II. Mahmud döneminde altın sikkelerin isim ve biçimleri 35 kez, gümüş sikkelerin ise 37 kez değiştirilmiştir. [31]
Alaşımlarının ve ağırlıklarının azaltılmasıyla birlikte sikkeler değer kaybetmişler ve tedavüldeki değerini karşılayamaz hâle gelmiştir. Tağşiş uygulamasıyla Osmanlı parası değer kaybetmiş ve tağşiş uygulaması da mâli açığı kapatma konusunda işe yaramaz duruma gelmesiyle 1939 yılında iç borçlanma kararı alınmış kaime ve kağıt para uygulamalarına geçişler yaşanmıştır.
Yaşanan bütün olumsuz gelişmelerin yanın bir de Kırım Savaşı patlak vermiş, savaşın gider ve ihtiyaçlarını karşılamak için devrin padişahı Sultan Abdülmecit 4 Ağustos 1584 yılında bir ferman yayınlamış, ve böylece Osmanlı Devleti, 3 milyon sterlinlik bir dış borçlanmaya gitmiştir. 3 milyon sterlinin tamamını eline alamasa da Osmanlı Devleti, net olarak 2.286.285 sterlin elde etmiştir. Bunun bir kısmı iç borçların ödenmesinde kullanılmış, bir kısmı ile boğazda bir yalı alınmış ve bir kısmıyla da savaşın ihtiyaçları karşılanmaya çalışılmıştır. [32]
Bu borçlanmanın üzerinden 10 ay gibi kısa bir zaman geçmesine rağmen Osmanlı Devleti yeniden borçlanma ihtiyacına girmiş başka borçlar alma yoluna girmiştir. Dış borçlanmayı kolay kolay kabul etmeyen Osmanlı Devleti’nin bunu kısa sürede bir alışkanlık haline getirdiği bir süreçten bahsedebiliriz. En nihayet cârî açığı kapatmak için giriştiği borçlarla baş edemeyen Osmanlı maliyesi iflâs etmiştir. 1878 yılında tahta çıkan II. Abdülhamid, borçların devletlerarası bir statüde olmadığını, şahıslardan alınan borçların şahısları muhatap aldığını ifade etmiştir. Avrupalı devletlerin ise bu konuyu milletlerarası bir komisyon ile halletme teklifleri ısrarla reddedilmiştir. Osmanlı Devleti ekonomik buhranlarla uğraşırken bir de 1877-78 Osmanlı – Rus Savaşı’ndan ağır bir yenilgiyle çıkmış, savaşın getirdiği ağır koşulları yıkılışına kadar üzerinden atamamıştır. Hatta savaş sonunda Osmanlı Devleti’nin savaş tazminatını ödeyemeyeceği bilindiği için Kars, Ardahan ve Batum Ruslar tarafından savaş tazminatı olarak alınmıştır.
28 Muharrem 1299’da (20 Aralık 1881) Osmanlı Devleti’ne borç verenlerin yaptığı baskı üzerinde İstanbul’da bir komisyon kurulmuştur. Bu komisyonda alacaklıların seçeceği temsilcilerden oluşmak üzere bir meclisin kurulması kararlaştırılmıştır. Ve böylece Düyûn-u Umûmiyye-i Osmâniyye idare meclisi kurulmuştur. Bu meclis, Osmanlı Devleti’nin temsil eden bir üye ile birlikte, sadece alacaklıların menfaatini düşünen İngiliz, Fransız, Alman, Avusturya, İtalya ve Hollandalı temsilcilerden oluşmaktaydı ve meclisin başkanlığını da İngiliz ve Fransız temsilciler yapmaktaydı. Düyun-u Umumiye’ye zaman geçtikçe aktarılan vergilerin ve sair gelirlerin sayısı artarak devam etmiştir. Ayrıca kurum işlerken de borç alımı devam etmiş, Düyun-u Umumiye’nin Osmanlı Devleti’ne ne kadar kâr ne kadar zarar sağladığı her zaman bir tartışma konusu olmuştur.[33] Osmanlı Devleti’nin borçlarının bir kısmını Türkiye Cumhuriyeti kabul etmiş ve uzun yıllar ödeme çalışmaları devam etmiştir.
Görülmektedir ki Avrupalı devletlerin, “Şark Meselesi” kapsamında Osmanlı Devleti’ni yıldırmak için en çok uğraştıkları sahanın iktisadi boyutlar olduğunu ifade edebiliriz. Devleti ekonomik buhrana sokup tekrar kendilerine muhtaç hale getirmeyi hedeflemişler ve yüzyıllar içerisinde bunu başarmışlardır. Pekala Osmanlı Devleti’nin yıkılması ile birlikte “Şark Meselesi” ile ifade edilen problemin sonlandığını düşünmek ne kadar doğru olur? Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı Devleti’nin dış borçlarını uzun süre ödemeye devam etmesi, belki de bu sorunun en doğru cevabıdır. İlk başta ifade ettiğimiz gibi “Şark Meselesi” değişkendir ve onu incelemek isteyen bir tarihçinin, tarihin ve zamanın kavramlar üzerindeki etkisini unutmaması gerekir.
KAYNAKÇA
1- ACAR Ayla, Muharrem Kararnamesi ve Düyun-u Umumiye, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Türk İktisat Tarihi Araştırmaları Merkezi, 1985.
2- AKÇURA Yusuf, Üç Tarz-ı Siyaset, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1976
3- ARMAOĞLU Fahir, 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi
4- BUZPINAR Ş. Tufan, “II. Abdülhamid Döneminde Filistin’e Yahudi Göçü Meselesi (1878-1909)”, Türkler, C.13, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002
5- HAYTA Necdet, Ünal Uğur, Osmanlı Devleti’nde Yenileşme Hareketleri
6- KARADAĞ Raif, Şark Meselesi
7- KARAL Enver Ziya, Osmanlı Tarihi V. Cilt
8- KARAL Enver Ziya, Osmanlı Tarihi VI. Cilt
9- KARPAT Kemal H., Osmanlı’dan Günümüze Etnik Yapılanma ve Göçler
10- KODAMAN Bayram, Sultan 2. Abdülhamid Devri Doğu Anadolu Politikası
11- KÜÇÜK Cevdet, ERTÜZÜN Tevfik, “DÜYÛN-I UMÛMİYYE”, TDV İslâm Ansiklopedisi
12- KÜÇÜK Cevdet, Şark Meselesi Hakkında Önemli Bir Vesika
13- MCCARTHY Justin, Ölüm ve Sürgün Osmanlı Müslümanlarının Etnik Kıyımı (1821-1922) Çev. Fatma Sarıkaya
14- ÖZCAN Tuğrul, Sosyal ve Ekonomik Etkileri Açısından 1828-1829 Osman-Rus Savaşı
15- ÖZEY Ramazan, Türkiye’nin Jeopolitiği
16- SANDER Oral, Siyasi Tarih İlkçağlardan Günümüze
17- SOMEL Selçuk Akşin, “Kırım Savaşı, Islahat Fermanı ve Osmanlı Eğitim Düzeninde Dönüşümler” Tanzimat (Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu), ed. Halil İnalcık, Mehmet Seyitdanlıoğlu, Ankara 2016,
18- TURAN Mustafa, “Yakınçağda Osmanlı Devleti’ni Parçalama Politikaları ve Ermeni Meselesi”
19- UÇAROL Rifat, Siyasi Tarih 1789-1914 Birinci Cilt
20- UZMAN Nasrullah, “Kafkas Göçlerinin Anadolu’nun Demografik Yapısına Etkileri(1877-1878)”, Uluslararası 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın 140. Yılında Kafkas Göçleri ve Etkileri Sempozyumu (25-26 Kasım 2017) Bildiriler Kitabı
21- YALÇINKAYA Mehmet Alaaddin, Uyanış ve Toparlama Çabaları, ed. Tufan Gündüz, Osmanlı Tarihi El Kitabı, Grafiker Yayınları, Ankara 2013
[1] Oral Sander, Siyasi Tarih İlkçağlardan Günümüze, İmge Kitabevi, 33. Baskı, Ankara 2020, S. 178-180.
[2] Mustafa Turan, “Yakınçağda Osmanlı Devleti’ni Parçalama Politikaları ve Ermeni Meselesi”, S.6.
[3] Cevdet Küçük, Şark Meselesi Hakkında Önemli Bir Vesika, S.608.
[4] Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul 2016, S.181.
[5] Nasrullah Uzman, “Kafkas Göçlerinin Anadolu’nun Demografik Yapısına Etkileri(1877-1878)”, Uluslararası 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın 140. Yılında Kafkas Göçleri ve Etkileri Sempozyumu (25-26 Kasım 2017) Bildiriler Kitabı, Yay, Haz. Fahameddin Başar-Murat Kasap, Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi-Gürcistan Dostluk Derneği, İstanbul 2019, S.99-100.
[6] Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi VI. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1995, S. 15.
[7] Rifat Uçarol, Siyasi Tarih 1789-1914 Birinci Cilt, Der Kitabevi, İstanbul 2019, S.253.
[8] Kemal H. Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Etnik Yapılanma ve Göçler, Timaş Yayınları 2010, S.330.
[9] Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün Osmanlı Müslümanlarının Etnik Kıyımı (1821-1922), Çeviren Fatma Sarıkaya, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2018, S. 353-354.
[10] Raif Karadağ, Şark Meselesi, Turan Yayıncılık, İstanbul, S. 8.
[11] Raif Karadağ, a.g.e., S. 11-12.
[12] Raif Karadağ, a.g.e., S. 19.
[13] Bayram Kodaman, Sultan 2. Abdülhamid Devri Doğu Anadolu Politikası, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1987, S. 1.
[14] Rifat Uçarol, a.g.e., S. 52.
[15] Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi V. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1994, S. 205.
[16] Fahir Armaoğlu, a.g.e., S. 38.
[17] Mehmet Alaaddin Yalçınkaya, Uyanış ve Toparlama Çabaları, ed. Tufan Gündüz, Osmanlı Tarihi El Kitabı, Grafiker Yayınları, Ankara 2013, S. 420.
[18] Rifat Uçarol, a.g.e., S. 85-86.
[19] Enver Ziya Karal, a.g.e. 5. Cild., S.100.
[20] Tuğrul Özcan, Sosyal ve Ekonomik Etkileri Açısından 1828-1829 Osman-Rus Savaşı, Yason Yayınevi, Ankara 2014, S. 20.
[21] Enver Ziya Karal, a.g.e. V. Cild. S. 120.
[22] Enver Ziya Karal, a.g.e. 5. Cild., S. 43.
[23] Raif Karadağ, a.g.e., S. 112.
[24] Ramazan Özey, Türkiye’nin Jeopolitiği, Pegem Akademi Yayıncılık, Ankara 2019, S. 231-232.
[25] Necdet Hayta, Uğur Ünal, Osmanlı Devleti’nde Yenileşme Hareketleri (XVII. Yüzyıl Başlarından Yıkılışına Kadar), Gazi Kitabevi, Ankara 2017, S. 11-12.
[26] Necdet Hayta, Uğur Ünal, a.g.e., S. 29.
[27] Necdet Hayta, Uğur Ünal, a.g.e., S. 72-73.
[28] Selçuk Akşin Somel, “Kırım Savaşı, Islahat Fermanı ve Osmanlı Eğitim Düzeninde Dönüşümler” Tanzimat (Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu), ed. Halil İnalcık, Mehmet Seyitdanlıoğlu, Ankara 2016, S. 692-693.
[29] Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1976, S. 19.
[30] Ş. Tufan Buzpınar, “II. Abdülhamid Döneminde Filistin’e Yahudi Göçü Meselesi (1878-1909)”, Türkler, C.13, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, S. 134.
[31] Ayla Acar, Muharrem Kararnamesi ve Düyun-u Umumiye, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi İktisad Fakültesi Türk İktisat Tarihi Araştırmaları Merkezi, 1985, S. 4.
[32] Ayla Acar, a.g.m., S. 9.
[33] Cevdet Küçük, Tevfik Ertüzün, “DÜYÛN-I UMÛMİYYE”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/duyun-i-umumiyye (25.12.2021).
Yorum Gönder