Yazımızda Sultan II. Abdülhamid dönemini
incelemeyecek sadece sultanın şahsiyetinin analizini yapmaya çalışacağımızı
belirtmek isterim. Genel kabule göre Türk’ün son imparatoru olarak kabul edilen
Sultan II. Abdülhamid’in şahsiyetinin oluşmasında etkili olan birçok faktör
vardır. Her insanın yaşadıklarından etkilendiğini, bunlarla beraber büyüyerek
bir karakter ortaya çıkarttığını bilmek için psikoloji veya sosyoloji okumaya
gerek yoktur. Sultan II. Abdülhamid’in de hayatını etkileyen, karakterinin
oluşmasında rol oynayan bazı hadiseler vardır. Şimdi bunlardan biraz söz etmek
istiyoruz.
1-
Avrupa Seyahati
Amcası Sultan Abdülaziz ile beraber henüz şehzadeyken Avrupa seyahatine çıkmış olması hayatındaki dönüm noktalarından biridir. İlk kez bir padişah ülke sınırlarının dışına çıkmış ve beraberinde 2 şehzadeyi götürmüştür. Bu 2 şehzadeden biri olan Abdülhamid, tahta çıktığında 33 yıl mücadele edeceği Avrupa’yı kendi gözleri ile görme fırsatı bulmuştur.
(Sultan Abdülaziz ve
şehzade Abdülhamid’in Avrupa seyahatinden bir resim) (En solda şehzade
Abdülhamid)
2-
Sultan Abdülaziz gibi bir padişaha darbe yapılması ve tahttan indirilmesi.
Sultan Abdülaziz gibi sert, tecrübeli, zeki ve
dirayetli bir padişaha darbe yapılması Sultan Abdülhamid’in hayatını etkileyen
önemli bir hadisedir. İkisi arasında nasıl bir bağ kurulması gerektiğini başka
bir örnekle izah edelim:
Kanunî Sultan Süleyman büyük oğlu şehzade Mustafa’yı idam ettirmiştir. Haklı mıdır haksız mıdır o konuya burada hiç girmek niyetinde değiliz fakat size çok önemli bir ayrıntıyı aktarmak gayesindeyiz. Bahsettiğimiz olay Kanuni Sultan Süleyman’ın babası Yavuz Sultan Selim’in, kendi babası olan Sultan II. Bayezid’e isyan etmiş ve onu tahttan indirmiş olmasıdır. Söylemek istediğimiz şey babası, dedesini tahttan indirmiş olan bir Sultan Süleyman ve isyan dedikoduları dolaşan bir şehzade varsa ortada, sultanı idam kararına götüren şeylerden biri de Sultanın geçmişte yaşadığı bu tecrübedir diyebiliriz. Özetle Sultan Süleyman, bizzat babası tarafından bir şehzadenin isyan ile babasını tahttan indirebileceğini görmüş ve aynı akıbeti yaşama korkusuyla bu kararı vermekte biraz daha dirayet göstermiştir. Sultan II. Abdülhamid’de Sultan Abdülaziz’in darbe ile tahttan indirilip vahşice katledildiği olayını görmüş ve doğal olarak evhamlı, çok şüpheci, çok tedbirli bir yapıya dönüşmüştür.
3- Suikast girişimi
Bir insanın suikast
girişimi atlattıktan sonra çok daha fazla tedbirli ve evhamlı olması için
illaki devlet başkanı olmasına gerek yoktur. Sultan Abdülhamid’de gerçekten
büyük bir tevafukla suikast girişimden kurtulmuş ve doğal olarak daha da fazla
evhamlı, takipçi ve tedbirci bir yapıya bürünmüştür.
4- Meclis ve vekillerin durumu
Abdülhamid’e müstebid
yani baskıcı diyenlere söylenmesi gereken şeylerden ilki budur:
Bir meclis düşünün ki bir grup sıra bağımsız Yunanistan istiyor. Bir grup sıra bağımsız bir Arnavut devleti istiyor. Bir grup Ermeni devleti istiyor. Bir grup Bulgar devleti istiyor. İmparatorluk yönetiminde azınlıkların bu tarz talebi varken, böyle bir meclisin yönetilmesini hayal ederken bile gerçekleştiremezsiniz. Üstelik başınıza 93 Harbi gibi bir bela açılmışken. Sultan Abdülhamid de kendisini bu belaya sokanların, daha fazla devleti zarara uğratmamaları için meclisi kapatmış ve yönetimi eline almıştır. Bu sebeple kendisine baskıcı diyenlerin, kendisinden önce ve sonra devlet yönetiminde ne gibi hatalar yapıldığını incelemesi yeterli olacaktır.
93 Harbi’nden sonra eli
kolu bağlanan devleti yine 33 sene ayakta tutmayı başarmış olan Sultan Abdülhamid’in
en büyük özelliği hayalperest olmaması, “haydi padişahım balkan burçları bizi
bekler” diyenlere “benim tek vazifem ve hedefim, devletin sınırlarını bu
şekilde tutmaya çalışmaktır” diyecek vukufiyetli bir şahsiyeti olmasıdır. 33
sene boyunca en büyük düşmanlarına bile sürgün cezası vermekle yetinmiş, kendi
milletinden kan dökmemeyi kendisine şiar edinmiş bir padişah olmuştur. Ne yazık
ki Avrupa’daki kültürel hareketleri ilericilik sayan, yönetim tarzlarının tek
doğru olduğuna inanan devrin yapılanması tarafından[1]
hak etmediği bir şekilde tahttan indirilmiş ve bu haberi kendisine bir İngiliz,
bir Ermeni, bir Yahudi ve sadece bir Türk’ten oluşan bir heyet bildirmiştir.
Sürgün yıllarında hususi doktorluğunu yapan Hüseyin Atıf Bey’in günlüğü
incelendiğinde Sultanın I. Dünya Savaşı çıktığında gelişmeleri takip etmek
istediği, Çanakkale savaşı konu olunca “merak buyurulmasın, ben Çanakkale istihkâmının
gerekli olan tüm işlerini gördüm” dediği aktarılmaktadır. Yine kendisini
ziyarete gelen İttihad ve Terakki partisi yöneticisine “bu savaşı denizlere
hakim olanlar kazanır. Ne yazık ki ittifakımızda bir tane bile deniz hakimi
devlet yok” demesi yine padişahın derin vukufiyetini göstermektedir. Devlete
büyük hizmetleri olmuş, 33 sene denge politikasıyla devleti ayakta tutmayı
başarmış büyük sultanı elbette rahmetle ve minnetle anıyoruz.
[1] Türkler ve Japonların tarihinde
ortak bir nokta vardır. Bu iki milletin ve devletin 18-19. Yüzyıla gelindiğinde
artık Avrupa’dan geri kaldığını, teknolojik ve bilimsel gelişmeleri takip
etmediklerinin farkına vardıkları hususudur. Osmanlılarda yeniliklere ve
teknolojiye karşı gelen yeniçeri gurubu olduğu gibi Japonlarda da aynı şekilde
bir samuray unsuru mevcuttu. İki devlet de hemen hemen aynı tarihlerde
Avrupa’ya öğrenciler göndermiş ve bilimsel gelişmeleri öğrenip ülkelerine
getirmelerini, kazandırmalarını istemiştir. Japonya’ya geri dönen Japon
gençler, Avrupa’daki bilimsel gelişmeleri ülkelerine taşımışlar ve hedeflerini
gerçekleştirmeyi başarmışlardır. Ancak bizim Avrupa’ya gönderdiğimiz gençlerden
büyük bir kısmı oradaki dans, bale, balo gibi kültürel faaliyetlerden
etkilenmiş ve kurtuluşu bunlarda aramak gafletine düşmüşlerdir. Özellikle de
Avrupa’nın yönetim tarzlarına tutulmuşlar ve kurtuluşun bu yolla mümkün
olduğunu düşünmüşlerdir. Osmanlı’nın en sarsıntılı dönemlerinde Meşrutiyet,
meclis ve yönetim kavgalarının yaşanmasındaki ana unsurun bu olduğunu düşünmekteyiz.
Yorum Gönder